12 Aralık 2012 Çarşamba

AİLE VE ÇOCUK ( NASIL BİR İLETİŞİM GEREKLİ?)

Sizinle çok güzel bir hikaye paylaşmak istiyorum. Aslında Türk aile yapısı genel olarak böyle! Ama her zaman çıkarılacak bir ders vardır. Umarım ders alanlardan olursunuz...


Bir gün susmayı öğrendim. Öyle bir sustum ki belki sonsuza kadar susacaktım. Çünkü susmak benim küçücük dünyamda babamla kurduğum iletişim tarzıydı. Babam akşamları eve yorgun dönerdi. 
Ben bütün gün evde sıkılır, onun gelişini iple çekerdim. Daha o kapıdan girer girmez boynuna atılır onunla oynamak isterdim. Babam sarılır, öper sonra da; hadi odana git, derdi. Yemek hazırlanınca annem çağırır bu defa masada bir araya gelirdik babamla. Onlar annemle konuşurken ben araya girer, sesimi duyuramayınca da bağırırdım. Babam sinirlenir, 'Bütün gün insanlara kafa patlatmaktan bunaldım, birde sen kafamı ütüleme!' derdi. Annem de 'Bütün gün zaten seninle uğraştım, bir çift laf da mı konuşturtmayacaksın babanla?' diye çıkışır, beni odama gönderirdi. 

Çaresiz bir şekilde boynumu büker odama yani hapishaneme doğru yol alırdım. Babam arkamdan, 'Bizim bir odamız bile yoktu, her şeye sahip, hâlâ ne istiyor anlamadım.' diye bağırmaya devam ederdi. 'Keşke benim de bir odam olmasaydı, keşke bizim de evimiz bir odalı olsaydı da hep birlikte otursaydık' derdim içimden; ama yüksek sesle söylemeye cesaret edemezdim. 

Yemekten sonra babam kanepeye uzanır, eline kumandayı alır, televizyon seyrederdi. Beni yanına çağırır biraz severdi. Onun izleyeceği önemli bir şey varsa beni adeta yerimden bile kıpırdatmazdı. Azıcık hareket edip koşup oynamaya çalışsam oda hapsim yeniden başlardı. Bir gün anladım 
ki susunca babamla daha iyi anlaşıyoruz. Bu defa susarak yapabileceğim oyunlar geliştirmeye başladım. 

            Önce resim yaparak başladım işe. Babam çizdiğim resimleri çok beğeniyor; 'Bak, böyle uslu uslu oyna işte.' diyordu. Babam bazen göz ucuyla bakıyor, resimle ilgili bir şey sorsam afallıyordu. Ama bana kızarak beni artık odama göndermiyordu. 'Son günlerde ne de akıllandı benim oğlum.' diye komşulara anlatıyordu annem halimi. 

Resimlerim arttıkça ortalık dağılmaya başladı. Annem 'Odanı topla!'diye odama kapattığında işe nereden başlayacağımı bilemiyordum. Ben bunlarla uğraşırken zaman geçiyor; ama odamı toparlamayı beceremiyordum. 

Annem odama gelip 'Bak sana resim yapmayı yasaklayacağım. ' dedi bir gün. Susuyor olmamı usluluk olarak değerlendiren ailem resim yapmayı da elimden 
alırsa ben ne yapacaktım? 

Bu düşüncelerle bir aile tablosu yaptım. Babam eve gelince uygun zamanı kolladım. Her zamanki gibi yemekler yendi, odaya geçildi. Babam oturur oturmaz çizdiğim resmi getirdim. Babam baktı. Hım, dedi 'Çok güzel olmuş. Bu adam benim herhalde.' dedi. Ben 'Hayır o adam değil, bu çocuk sensin.'dedim. O 'Hayır, bu adam benim, bu çocuk sensin, bu küçük kız da arkadaşın.'dedi. Ben yine 'Hayır, o büyük adam benim, bu küçük adam sensin, bu küçük kız da annem.' dedim. Babam benimle uğraşmaktan vazgeçip: 'Peki neden bizi küçük çizdin?' dedi. Heyecanla başladım anlatmaya. Ben büyüyüp adam olacağım. İş bulup çalışacağım. Siz yaşlanıp küçüleceksiniz. Beliniz bükülecek, komşumuz Ahmet amca ile Ayşe teyze gibi küçücük kalacaksınız. Ben işten geldiğimde yorgun olacağım. 

Siz benimle konuşmaya çalıştığınızda iş yerinde kafam şişmiş olacağından sizi duymayacağım bile. Siz benimle bir şeyler paylaşmak istediğinizde 'Hadi odanıza çekilin de kafa dinleyeyim.' diyeceğim. Ve bir de bağıracağım 'Her şeylerini alıyorum. Sıcacık odaları da var, daha ne istiyorlar' diye. 

Annemle babamın gözleri fal taşı gibi açılmıştı. 
Duyduklarına inanamıyorlardı … Bana sarılıp beni öyle içten bir okşayışları vardı ki sonsuza kadar konuşsam hiç bıkmadan dinleyecekler gibiydi. 

Farkında Olmalı İnsan... 

Kendisinin, Hayatın Olayların, 
Gidişatın Farkında Olmalı. 

Ömür Dediğin Üç Gündür, Dün Geldi Geçti Yarın 
Meçhuldür, O Halde Ömür Dediğin Bir Gündür, O Da Bugündür.

21 Kasım 2012 Çarşamba

Philip Zimbardo Deneyi


Philip Zimbardo deneyi kesinlikle okumalısınız. Neden mi? Çünkü bizi anlatıyor. Eğer mümkünse Robert Levine'nin "Zamanın Coğrafyası" ya da "Zaman Coğrafyası" adlarıyla yayınlanan muhteşem kitabını okumaya davet ediyorum hepinizi. Şimdi sizi bu süper yazıyla baş başa bırakıyorum. İyi okumalar.


30 yıllık araştırmada bulduğumuz şu; insanların içinde yaşadığı 6 tane ana zaman dilimi var
2’si geçmişe, 2’si şimdiki gelecek zamana odaklı. Geçmişe odaklanan insanlar hep ”eski güzel günleri” hatırlar. Başarılar, mutlu doğum günleri, nostalji. Bunlar aile fotoğraf albümleri tutan, aileye ait ritüelleri hatırlayan kişilerdir. Başkaları vardır, sadece pişmanlıklara odaklanırlar. Sadece başarısızlıklara, sadece geçmişteki kötü şeylere odaklanan. Bu yüzden onları pozitif geçmiş-negatif geçmiş olarak ayırıyoruz. Yaşamanın şimdiki zamanda da iki yolu var. Birincisi hedonistik yaklaşım, zevk için yaşamak ve acıdan uzak durmak.
Bilginin peşinde, keyif peşinde.
Şimdiki zamanda yaşayan diğer gurup ise plan yapmak boş iş diye düşünür. ‘Hayatımın kaderi yazılmış’ derler. Dini inancı yüzünden, fakirlik yüzünden. İçinde yaşadığı şartlar tarafından yazılmış bir kader. Çoğunluğumuz buradayız çünkü gelecek odaklıyız. Oynamak yerine anlaşmayı öğrendik. Ayartmalara kanmamayı öğrendik. Ama gelecek odaklı olmanın bir başka yolu daha var. Bazı dini inançlara göre; hayat, fiziksel bedenin ölümünden sonra başlar. Gelecek odaklı olabilmek için beklentilerin gerçekleşeceğine inanabilmek gerekir. Eğer enflasyon çok yüksekse bankaya para koymazsınız. Çünkü geleceğe güvenmiyorsunuzdur.
Eğer ailenizde bir dengesizlik varsa yetişkinler size verdikleri sözleri tutamaz. Ekvator’a ne kadar yakınasınız o kadar şimdiki zaman odaklı olursunuz. Ne kadar iklimi değişmeyen bir coğrafyada yaşıyorsanız o kadar her şeyin aynı kalacağını hayal edersiniz. Protestanlar her yerde Katolik ülkelerden daha yüksek GSMH’ye sahiptir. Bunun sebeplerinden biri Protestan ahlakıdır. Buna göre başarılı olmak için çok çalışırsın. Ve böylece Tanrı’nın seçilmiş kullarından olduğunu kanıtlarsın. Benim ailem Sicilya’dan gelmiş İtalya’da La Lega adında siyasi bir hareket var. İtalya’yı ortadan ikiye, Kuzey İtalya, Güney İtalya diye ayırmak istiyorlar. Toskana’nın hemen altından çizilecek bir sınırla.
Kuzeydekiler diyor ki: “bütün işi biz yapıyoruz. Güneyliler tembel” çocuk gibiler, bebek yapmak 3 saat süren akşam yemekleri yemek istiyorlar vesaire.
Güneydekiler de diyor ki “onlar İtalyan değil Alman – Avusturyalı, makarna yiyeceklerine yoğurt yiyorlar, öğlen yemeklerini kese kâğıdında taşıyorlar. Son seçimde La Lega tüm oyların %14’ünü aldı. Ortaya çıktı ki analizimiz doğru sonuçlar verdi. Kuzeydeki insanlar güneydekilere göre daha çok gelecek odaklı. Güneydekiler ise daha geçmiş odaklı veya şimdiki zaman hedonizmine yakın. İşte benim ailemde Sicilyalı. Ben de her sene giderim. Eğitim vakfı kurduk orada. Lise öğrencilerini üniversiteye gönderdik. Bilgisayar laboratuarları kurduk. Ben bunları anlatırken bir adam geldi ve dedi ki; “Ben bir şairim, kelimelerle yaşıyorum… Seni dinlerken fark ettim. Sicilya diyalektinde gelecek zaman kipi yok” –Nasıl yani diye sordum vardı. Var ama olacak yok! Bu yüzden hiçbir iş yapılamıyor. Ben de fark etmedim çünkü biz hiç plan yapmayız. Yeterli sayıda insanın paylaştığı ortak bir zaman perspektifi olunca bu ülkelerin karakterini belirleyici olabilir. Gelecek odaklı Protestan ülke yerine insanların geçmiş veya şimdiki zaman odaklı olduğu Katolik bir ülkedeysen seni derinlemesine etkileyecek bir şeydir bu . Zamanın Coğrafyası isimli harika bir kitap var. İyi arkadaşım sosyal-psikolog Robert Levine Dünyayı fiziken dolaşıp nefis deneyler gerçekleştirdi. Hayat hızı ismini verdiği şeyi ölçtü. Zaman perspektif insanların kendi tecrübelerini bölmelere zaman dilimlerine ayırmalarıyla alakalı. Başka bir zaman algısı da kişinin süreç algısıdır.
Dişçideki bekleme odasında geçen zaman ne kadar uzun geliyor?
Bir sırada beklerken geçen zaman,
Eğlenirken zaman nasıl geçer? Tamamen kişinin sıkıldığı, heyecanlandığı veya heyecanlanmadığıyla alakalı Robert Levine’nin yaptığı da farklı kültürlerle insanların farklı hayat hızlarına sahip olduklarını göstermek. Bunu da çok basit yolla yapıyor.
Bir kafede oturup 100 metrelik bir mesafe belirleyip insanlar bu mesafeyi yürürken hızlarını bir kronometreyle ölçerek. Postaneye gidip bu 2 kiloluk paketi veya kâğıdı yollamak istiyorum deyip bunun ne kadar zaman aldığını ölçerek çıkardığı sonuçlarda yaşam hızlarına göre kültürleri tanımlayabilmek mümkün. Hatta şimdi şehirleri de Amerika’da 60 tane şehri hızlı yaşanan ve yavaş yaşanan şehirlere ayırdı. En hızlı yaşanan şehirler erkeklerinde en çok kalp rahatsızlığı yaşadığı yerler. Bu hız sizin tüm yaşam tarzınızı belirleyici oluyor. Hepimiz hayatımıza şimdiki zaman hedonistleri olarak başlarız. Hepimiz, memeden biberona zevk almak ister, acıdan kaçınırız. Ailelerin ve özellikle de okulların yapmaya çalıştığı şeylerden biri de şimdiki zaman odaklı küçük canavarları gelecek odaklı hale dönüştürmek. Bazı kültürler de geçmiş odaklı yapmaya çalışır. Amerika’da her 9 saniyede 1 çocuk okulu bırakıyor. Bu oran azınlıkların çocukları için daha da kötü. Erkeklerde kızlardan daha kötü. Aslında bu ABD’deki erkek çocuklarını bekleyen büyük bir felaketin işaretidir. Bu çocukların liseyi bırakma sebebi sadece performans sıkıntısından kaynaklanmıyor. Güncel bir araştırmaya göre problemlerden biri 21 yaşına gelene kadar ortalama bir çocuk tek başına 10 bin saat bilgisayardan oyunu oynamış oluyor. Büyük bir ihtimalle daha fazla zamanı pornografi seyrederek geçiriyordur. Bunları bir araya getirince sosyal yetenekleri gelişmiyor, duygusal paylaşım yapamıyor oldukları görülüyor. Aynı zamanda kendi yarattıkları bir âlemde yaşadıkları anlamına da geliyor. Warcraft ve benzeri oyunlarda bunlarda heyecan verici yeni öğrendim hatta bu firmalar 3 boyutlu oyunlar yapmaya başlıyorlar. Böylece o dünyayı kaplayabilecek. Bu demektir ki çocukların beyinlerindeki kablolar dijital olarak yeni baştan döşeniyor. Bu da onların geleneksel ve analog bir okul sınıfına kendilerini asla ait hissetmeyecekleri anlamına geliyor. Birisi sana bir şey anlatıyor, iyi bir resim bile yok bu da ‘sıkıcı’ demek, hiçbir şeyi kontrol edememek demek, orada pasif olarak oturmak demek ve eğer müfredatı değiştirmek istendiğinde gelenekselciler geri dönüp okuma-yazma-aritmetiğe yoğunlaşma gerek diyor. Felaket demek bu. Bu çocuklar asla buna uygun olamayacaklar. Onlar şartları kontrol edebildikleri durumlarda olmak zorunda. Öğrenci okul düzeninde hiçbir şeyi kontrol edemez, pasiftirler. Okulda doğru kabul edilmesi gerekilen sonsuz bilgi verilir. Bütün bağımlılıklar şimdiki zaman hedonizminden gelir. Yemek, seks, uyuşturucu, kumar vs. tüm propaganda, bütün eğitici mesajlarımız, tüm kamu spotları gelecek zaman odaklı çocuklara yönelik.
Problem şu; bu çocukların kötü davranışların etkileri anlatılıyor. Gelecek odaklı çocuklar bunları zaten biliyor ve yapmıyorlar. Şimdiki zaman odaklı çocuklar gelecekteki sonuçları biliyorlar. Buluğ çağında bir genç kız eğer korunmadan seks yaparsa hamile kalabileceğini veya zührevi hastalık kapabileceğini biliyor. Ama bu bilgi asla davranışını değiştirmiyor. Bu da zaman perspektifiyle ilgili ilginç bir şey. Bence teknolojinin gençlerin beyinlerini yeniden şekillendiren gücünü azımsıyoruz. Gençler artık saat takmıyor. Diyorlar ki o tek fonksiyonlu bir alet. Tek fonksiyonlu bir aletle zaman kaybetmiyorlar. Dijital dünyada yaşıyorlar, önemli olan şey saniye söylemeyi unuttum. ABD’de insanları en çok kızdıran şeylerden biri bilgisayarın açılmasının ne kadar uzun sürdüğü ve bilgisayara bir şeyin indirilme süresi bir dakikadan az! Bu bile insanları sinirlendiriyor. Bu duygusal bir duruma dönüşüyor. Sırada beklerken, garsonu beklerken sinirleniyor insanlar. Beklemek vakit kaybı. Bilgisayarın açılmasını beklemek bile bence kültürümüzde temel bir değişim yaşanmakta. Biz yetişkinler şunu anlamıyoruz. Çocuklar bizim çocukluğumuzdan tamamen farklı. Bu da zamandaki devrim yüzünden. USA today gazetesiyle beraber yaptığımız güncel bir araştırmada Amerikalıların ne kadar meşgul olduklarını sorduk. Yarısından fazlası “bu sene geçen seneden daha yoğunum”  ve “arkadaşlarımı, ailemi ve uykumu başarılı olmak için feda ediyorum” dedi. Diyelim ki 8 günlük bir hafta var artık dünyada “ekstra günle ne yaparsınız” diye sorduk. “çok iyi olurdu” cevabını aldık. “o günü de çalışarak geçirir, daha başarılı olurdum”. Arkadaşlarla, aileyle hatta uyuyarak bile değil. Bu araştırmayı 20 sene öncede yapmışlardı. Yine canım sıkılmıştı. ABD’deki ailelerin sadece %60’ı akşam yemeğini oturup beraber yiyordu. Biz aynı araştırmayı geçen yıl yaptığımızda sadece 5 aileden 1’inin beraber akşam yemeğine oturduğunu gördük. ABD’de biz aile değerlerinden bahsediyoruz. Beraber yemek yemeyen, aile değerlerine sahip olamaz. Bence hayatın bilmecelerinin çoğu kendi zaman perspektifimizi anlayarak çözebilir ve başkalarınınkini de insanlarla çalıştığımız birçok konu aslında zaman perspektifi çatışmasından geliyor. Bir kez bunu anlayınca
Sen aptalsın, çocuksun veya domuz kafalısın veya otoritersin gibi suçlamalar yapmayı bırakabilir insan.  gerçekten de dünyanın en basit fikri…

2 Mart 2012 Cuma

İTHALAT-İHRACAT-CARİ AÇIK- DIŞ TİCARET AÇIĞI

Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan geçen hafta “ithalat haritası” adı verilen ithalata dair açıklamalarda bulundu.

İHRACAT rekor kırdı: 134.9 milyar $
İTHALAT rekor kırdı: 240.8 milyar $
DIŞ TİCARET AÇIĞI rekor kırdı: 105.9 miyar $
CARİ AÇIK rekor kırdı: 77 milyar $

İthalat haritası, sanayi üretimin %66’sının iç pazara yönelik olduğunu ortaya koyuyor. Üretimde ithal girdi bağımlılığı ise %43.
Aşırı büyüyen sektörlerin ithalata bağımlılık oranı yükseliyor. Türkiye’de 65 binin üzerinde ithalatçı sayısı var. Bunların yarısı 100 bin doların altında ithalat yapıyor ve toplamı 864 milyon dolar. Ancak ithalatçılarımız arasındaki firmalardan 59’unun, her birinin ithalatı 500 milyon doların üzerinde. Toplam ithalatları 97 milyar dolara ulaşmış.  Yani toplam ithalatımızın %40’ını karşılamışlar. Bunların sadece %2’si kamu kuruluşu. Diğerleri özel büyük sanayi kuruluşları.

Ekonomi Bakanı Çağlayan’a göre İthalatın yapısı

-         Ülkemizde üretimi hiç olmayan ya da çok az olan mallar:
Bunlar arasında petrol ürünleri ve ona bağlı plastik ile gübre var. Bu kalem, 100 milyar dolarla toplam ithalatımızın %42’sini oluşturuyor.

-         Ülkemizde üretilen ancak talebi tam olarak karşılamayan mallar:
Yassı çelik, kömür, ilaç, kağıt, organik ve inorganik kimyasal ürünler, pamuk, sentetik lifler gibi ürünler. Bu ürünlerdeki ithalatımız da    100 milyar dolar olup %42’ye denk geliyor.

-         Ülkemizde yeteri kadar üretilebildiği halde ithal edilen mallar:
Otomotiv, seramik ürünleri, tekstil ve hazır giyim, mobilyalar, beyaz eşya gibi mallar. Bu tip ürünlerdeki ithalatımızdaki yaklaşık 40 milyar dolar ve toplamın %16’sı.

            2011 yılında ithalatımızın %30 dolayında artmasının nedenleri şöyle izah ediliyor:
— İç talep artışı.
— Dış talep artışı.
— Petrol, demir, bakır gibi temel ürünlerin fiyatlarındaki yükseliş.
— Özellikle yılın ilk yarısındaki Türk Lirasının aşırı değerli oluşu.
— Üretim yapısı.

            Her ne kadar ekonomi açısından gidişat pekiyi olmasa da Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ı takdir etmek gerek. En azından yıllar sonra bir bakanımız çıkıp yalan dolanla uğraşmadan tek tek konuları izah ederek durumun niye böyle olduğunu dile getirdi. Bakan Çağlayan’ın açıklamalarından sonra herkes ekonomiyle değil Çağlayan’ın açık yürekliliğiyle ilgili söylemlerde bulundu ilk olarak. Ne olursa olsun açık yüreklilik gösteren tüm yöneticilerin arkasındayız, ama dediğim gibi açık yürekli, şeffaf, doğrularla karşımıza çıkan yöneticilerin…

13 Şubat 2012 Pazartesi

CUMHURİYET SONRASI KÜÇÜK BİR KRONOLOJİ

            Uzun zamandır yazmıyorum ama bu tarihleri birleştirmek biraz zamanımı aldı. Atladığım birçok tarih var, ya da çok daha önemli olayları gözden kaçırmış olabilirim. Ama yapılan antlaşmaları ve üzerimize oynanan oyunları ibret alarak okumanızı tavsiye ediyorum. Umarım beğenir ve ders çıkarırsınız.

            29 Ekim 1923 Cumhuriyetimiz ilan edildi.
           
23 Nisan- 24 Temmuz II. Lozan Konferansı : Sevr Antlaşması’nı emperyalistlere deyim yerindeyse kapak ettik. Hatay Sorunu ve Irak sınırı (Musul-Kerkük) dışında neredeyse tüm sorunlarımızı Misakı Milli kapsamında hallettik.
           
13 Nisan 1925 Şeyh Sait İsyanı : İngilizlerin kışkırtmasıyla çıkmış ve bu isyan yüzünden Musul kaybedilip İngilizlere bırakılmıştır. Daha o zamandan Kürtler emperyalist güçler tarafından kullanılmıştır, günümüzde de bu durum hala devam etmektedir.
           
15 Haziran 1926 Mustafa Kemal’e suikast girişimi.
           
1932: Milletler Cemiyeti’ne girdik.
           
1939-1945: II. Dünya Savaşı.
            ABD- Türkiye ilişkileri II. Dünya Savaşı sırasında “Ödünç Verme ve Kiralama Yasası” çerçevesinde yoğunlaşmıştır. 1945’e değin Türkiye para ve silah yardımı almış, savaş bitiminden sonra kullanılmayan araçların iadesinin anlaşmasına varılmıştır.
           
30 Ocak 1943 Adana Görüşmesi: Müttefik devletler (İngiltere, Fransa, vs.) Türkiye’yi savaşa sokmak için çalışma başlattı ve bu tür görüşmeler hazırlandı.
           
27 Şubat 1946: 4832 sayılı Yasa ile kabul edilen ve ABD ile yapılan 60 milyon $’lık Kredi Antlaşması.
           
7 Mayıs 1946: Ödünç Verme ve Kiralama Antlaşmasına Ek Antlaşma.

6 Eylül 1946: Devalüasyonun ne olduğunu bilmeyen Türkiye batının baskısı sonucu tarihinde ilk kez devalüasyon yaptı. Türk lirasının değeri dolara göre %117 oranında düşürüldü. Böyle yapılarak sanayileşmemiz önlendi. Bize sanayileşmemiz yerine tarım ihracatına yönelmemiz söylendi. Baktılar ki olmayacak ağır sanayi yerine hafif sanayiye önem verin denildi. Sürekli devalüasyonlarla ödemeler dengesi bozuldu, bütçe açıkları arttı.
Eğer ki batı bize ekonominizde sorun var, yok devalüasyon yapın yok şunu yapın diyorsa, bilin ki ülke ekonomisi doğru yolda ilerliyordur. Bunu engellemek için kendilerine göre önlemler alıyorlar.
           
6 Aralık 1946: ABD’ye Türkiye’de Mülk Edinme Olanağı Tanıyan Antlaşma. Bu antlaşma TBMM’de 5002 sayılı Yasa’yla onanmıştır.
           
1947: Dünya Bankası’na girdik.

            11 Mart 1947: IMF’ye üye olduk. Bir yıl öncesindeki devalüasyon alavere dalavereleri buraya üye olmak için, yani borç alabilmek ve bağımlılaştırılmak için ayarlanmış ince hesaplardan başka bir şey değildi. Buraya üye olabilmemiz için bize ilk olarak devalüasyonu şart koştular.

            12 Mart Truman Doktrini imzalandı. Bu Türkiye’nin tam anlamıyla ABD’nin kucağına düşmesi olayıdır. Neden mi?
Türkiye “Türkiye ulusal varlığının korunması ve milli bütünlüğünün idamesi için” yardım istemiştir. Peki bu ne demektir? Türkiye kendini koruyamaz durumdadır ve başka bir ülkeden kendisini bağlamayacak şartlarla yardım istemiştir.
Truman Doktrini 22 Mayıs 1947 tarihli Kongre Kanunu’nun birinci maddesini okuyalım:
“ABD Kongresi’nin Senatosu ve Temsilciler Meclisi tarafından kanunlaştırılmıştır ki, bir başka kanunun hükümleri ile çatışmadıkça Cumhurbaşkanı, Birleşik Devletlerin çıkarlarına uygun mütalaa ettiği zamanlarda Türkiye’ye, bu ülkenin hükümetinin talebi üzerine ve kendisinin tayin edeceği kayıt ve şartlarla, yardımda bulunabilecektir.”
            12 Temmuz Marshall Planı ya da yardımı: Truman Doktrini’nin yasalaşmış şeklidir. Lozan Antlaşması’nın intikamına giden yoldur.
            ABD’nin yardım diye verdiği ve parasını ödeyerek aldığımız silah, araç ve gereçlerin ABD’nin istemediği yerlerde kullanılmayacağını 1947 Antlaşması ile kabul etmiş bulunuyoruz.
           
1952: NATO’ya girdik. ABD NATO Antlaşması ile Türkiye’ye yerleşmiştir.
           
1954 Askeri Kolaylıklar Antlaşması: ABD ile imzalanmıştır. ABD, Türkiye’de önemli bir askeri varlık konuşlandırmıştır.
           
1958’önerilen ve uygulanan politikalar 1960 ihtilali ile sonuçlandı. IMF Uzmanı Kemal Kurdaş Maliye Bakanlığı’na getirildi. E haliyle ekonomi daha da kötüleşti. Eğer ki Avrupa’dan bir uzman getiriyorsak bunlar nedense hiç ülkemiz yarınına iş yapmıyor ve her nedense ülkenin başındakiler de bunu görmüyor. Şaşılacak iş değil mi?
           
1963: 22- 23 Aralık gecesi Rumların EOKA destekli girişimiyle Kıbrıs Türklerine yönelik soykırım saldırıları başladı.
           
1964: İsmet İnönü’nün bir beyanı: “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye bu dünyada yerini bulur.”
           1964 Haziranında ABD Başkanı Johnson İsmet İnönü’nün bu sözleri ve bazı politikaları üzerine tehdit mi desek ikaz mı desek bir mektup yolladı.
           1964: Bu mektuptan sonra İsmet İnönü ne demiş hatırlayanınız var mı? “Amerika’nın sorumluluğuna inanıyordum, yanılmışım.”

1967- 1970 arası IMF Türkiye’yi mesken edindi. Her yıl bir uzman gönderildi ve sürekli devalüasyona zorlandık.

1968: Türkiye’nin elektrik enerjisi için istenen krediyi sağlayan Dünya Bankası, TEK (Türkiye Elektrik Kurumu) Yasası’nın çıkarılmasını ve TEK’in %8 kar sağlamasını ön koşul olarak getirdi ve bu da kabul edildi. O gün bugündür elektriğe yapılan zammın dayanağı bu ön koşuldur.

1969 Savunma İşbirliği Antlaşması: ABD ile yapıldı. Bağımlılığımız pekiştirilmiştir.

1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ve ABD’nin ambargosu ile karşı karşıya kaldık.

1975: Türkiye’ye karşı Ermeni Terör Örgütü ASALA kuruldu.

1978: Baş belası PKK’nın kuruluşu tamamlandı.

12 Eylül 1980: DARBE

29 Mart 1980: SEİA (Savunma ve Ekonomik İşbirliği Antlaşması) imzalandı. Aslında bakıldığında 5 yıllıktır. ABD Özel eliyle süreyi uzatmış, yeni düzenlemeyi her yıl ertelete ertelete bugüne gelinmiştir.

1988 Strasbourg Sözleşmesi: Özal zamanında imzalandı.

1990’ların başları PKK’nın terör eylemlerinin doruğa çıktığı yıllardır.

1990’larda Fener Rum Patriği Bartholemous Lozan Antlaşması’nı tanımıyorum deme cüretini gösterdi. AB, Fener Rum Patriği’ni Bizans Devlet Başkanı ilan etti. Bartholemous Belçika’ya ziyaretinde devlet başkanı olarak karşılandı.

1991: Yerel Yönetimlere Özerklik Şartı kabul edildi. Bununla üniter devlet yapısı inkâr edilmiş olunuyor. Federal devlet olma yolunda atılmış bir adımdır.

1991 Körfez Savaşı: Veee binlerce Kürt sınır kapılarımıza dayandı. Hepsi de ülkemize sokularak bugün ki Kürt sorununun büyümesine tam anlamıyla gerekli zemin hazırlanmış oldu. Ülkemizde bağımsızlık isteyen Kürtlerin çoğu Irak’tan gelenlerdir ve bakıldığında ülkemizde böyle olay çıkarabilecek bir hakları da yoktur.

1995: AB Türkiye’ye ya DEP’lileri salın ya da AB’yi unutun tehdidini savurdu.

1995: CIA Rusya Bürosu Şefi CNN’e çıkarak doğu bloğunun en iyi ajanlarını Türkiye’ye yerleştiriyoruz, yakında Türkiye’de karışıklık çıkabilir dedi ve bir ay sonra Gazi Mahallesi’nde Alevi-Sünni olayları patlak verdi.
AB’nin bir raporunda Türkiye’nin siyasi olarak bölünmesi gerektiği söylendi.

1996’da ABD, Türkiye’ye yapacağı yardımın ön koşulunu Ermeni Soykırımını tanımamıza bağladı.

Haziran 1996’da The Economist Dergisi bir Kürdistan haritası yayımladı.

1997: Sabancı Üniversitesi’nde uluslar arası finans spekülatörü ve medya patronu Soros, onca öğrencinin, iş adamımızın ve bilim adamlarımızın karşısında “Türkiye’nin en iyi ihraç ürünü ordusudur” dedi.

27 Kasım 1998: Almaya ve İtalya başbakanları birer demeç vererek  Kürt Sorunu uluslar arası bir platforma taşınmalıdır dediler.

1998: Vatikan bir bildiri yayınlayarak Öcalan’ın Türkiye’ye verilmemesini istedi.

1999 Abdullah Öcalan Kenya’da yakalandı. Apo Türkiye’ye asılmaması karşılığında verildi.

1999 Helsinki Zirvesi: Türkiye AB’ye aday gösterildi. Hala Haçlı birliğine girmek isteyenleri anlayamıyorum, bizi almayacaklarına dair o kadar açıklamalar yapılırken bu devlet büyükleri hala neyin uğraşını veriyor? Biz onlara değil, onlar bize muhtaç durumdalar bunu nedense kavrayamıyorlar.
3 Nisan 2000: AB dönem başkanı Apo’yu asarsanız AB’yi unutun dedi. Aynı gün hapishanedeki Leyla Zana’yı ziyaret etti.

2001: Kemal Derviş geldi. Beraberinde de kriz!

2002: 1980’de tarımsal ürün ihracı ithalatın 7 katıyken, 2002’de ithalat ihracatın 2 katı oldu. Dünya Bankası raporuna göre halkın %20’si yoksulluk sınırının altında yaşıyor.

2003: İkiz Yasalar imzalandı. İçeriği; bir ülke içinde kendine halk diyen herkes kendi geleceğini belirleme hakkına sahiptir.

2005: Koruma Sorumluluğu Yasası. Örneğin Gülten Kışanak bu yasayı bahane ederek Uludere olayıyla ilgili Türkiye’ye dava açacak.

2006: Bölgesel Kalkınma Ajansları imzalandı. Bununla Türkiye’yi 12 bölgeye ayırdılar.

2009: Teröristler Habur’da bayram havasında karşılandı.

2 Kasım 2010: CIA’den Henry Barkey Türkiye’ye “Kürtlere özerklik verin, yoksa büyük şehirlerde isyanlar çıkar” dedi. Sonrasında neler olduğu ortada…



            Şimdi size M.   Emin Değer’in şu sözlerini aktarmak istiyorum:
“Gafletin temelleri 1947’de atıldı, yapı taşları 1950’den sonra döşendi. Bu gafletten uyanmak gerektiğini birkaç kez anladık, gördük ama eyleme geçemedik. Johnson’un mektubu ile açılan gözlerimiz, ne yazık ki Dickson Raporu ve 12 Mart’larla kapatılmak istendi. 12 Eylül ile susturulduk. 12 Eylül ile bu suskunluğun 2000’li yıllara değin sürdürülmesi amaçlanmıştı.”
           
            Son söz olarak 1947’de yardım adı altında yapılan anlaşmaların hiçbiri ilerlememizi sağlamaya yönelik olmayıp, her ne hikmetse bu anlaşmalar uzatılıp bugüne kadar gelinmiştir.
Siz parasını verip silah alacaksınız savaşa girerken ABD başkanı çıkıp bizim verdiğimiz silahları o savaşta kullanamazsınız deyip bize izin vermeyecek! Para yardımı yapacak, biz iş gücü yaratmak için sanayiye önem verirken, bize gelip “sen dur bakalım!” diyecekler. Bizim verdiğimiz parayı sanayiye değil tarıma harcayabilirsin diyecekler, biz de kuzu kuzu bu denilenleri yerine getireceğiz. Daha da ileri giderek aldığımız parayı hiçbir yararlı iş yapamadan yani yardımı hiç ederek alınan borcun üstüne borç ekleyecek ya da borcu borçla ödemeye çalışcağız. Bu nasıl bir mantıktır?
           
Helsinki Zirvesi ile hiç giremeyeceğimizi anlayamadığımız AB’ye üye gösterildik. Bizi yüz yıllardır hor görüp dışlayan, siyasi bölünmemizi isteyen Haçlı birliğinin ya da yeni adıyla Avrupa Birliği’nin uyum yasaları arasında hukukumuz sıkışıp kaldı. AB’deki birçok ülke bize dayatılan koşulları yerine getirmezken hatta bu yapılması gerekenlere sahip bile değilken bize ne oluyor da bir uyum sürecidir 12 yıldır başımızı kaldıramıyoruz?


Bize olan yaklaşımlar ortada. Bizi bize düşürmeye çalışıyorlar, Kürtler taşeron olarak kullanılıyor. Etnik ayrıştırmalar, dini sömürüler yapılıyor. Batıya denilecek söz:
            Bu vatanın üstünde herkes kardeştir
            Bunu beynine iyi yerleştir!
Türk olmak zordur, çetindir. Ama unutmamalıdır ki bir Türk dünyaya bedeldir, Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur!






21 Ocak 2012 Cumartesi

SEVGİLİ MÜTTEFİKİMİZ ABD(!), PKK VE TÜRKİYE


            Amerika’nın yıllardır dünya üzerinde kurduğu taktik nedir ve nasıl işler?
Böl ve yut taktiğidir. Etnik ve dini ayrıştırmaya dayalıdır.
Nasıl mı?
En güzel örnekler bizim coğrafyamızdadır. Türkiye’de etnik ayrım yapmak isterler.Görüldüğü üzere Kürtler her gün ayrı bir olay çıkarıyor, askerlerimiz şehit ediliyor KCK adı altında büyük şehirlerde yapılanıyorlar.
Irak’ta Şii-Sünni çatışması çıkarıyorlar ve amaçlarına her seferinde biraz daha fazla yaklaşıyorlar.
            Aslında ülkemiz için bakıldığında Körfez Savaşı sırasında Irak’tan kaçan Kürtler ülkemiz sınır kapılarına dayandı. Amerikan belgelerinde geçen bilgiye göre “en Amerikancı Türk Özal” Amerika’dan yardım istedi ve ABD hemen bu coğrafyada istediği gibi elini kolunu sallayarak istediğini yapma-yaptırmaya başladı.
Bakıldığında özerklik-bağımsızlık isteyen Kürtler aslında yüzyıllardır kardeşçe yaşadığımız Kürtler değil. Irak’tan kaçan Kürtler. Ve Türk topraklarında ayrım yapmak için git gide sayılarını artırmaya çalışıyorlar.

            Şimdi biraz ülkemizde ve ülkemizde gözü olanlarda ne gibi işler karıştırılmış bakalım:
- 2009’da Habur’dan gelen 34 terörist kucaklanarak karşılandı.
- Son on yıllık politikalar Türkiye’yi başka bir dönemece soktu.
- 2007’de Amerika’da PKK2nın silahsızlandırılması projesi başlatıldı.
Buna bağlı olarak Pkk’lılar için kademeli af çıkarılması önerildi. Anayasadan “Türk” kelimesi çıkarılsın istendi.
Sonuç olarak “terörle mücadele yerine, terörle müzakere dönemi”ni başlattılar.
PKK ile Kürdü aynılaştırdılar.

            CIA’den Henry Barkey 2 Kasım 2010’da bakın ne açıklamada bunmuş:
“Kürtlere özerklik verin. Yoksa büyük kentlerde isyanlar çıkar.” dedi ve ne oldu? Başta İstanbul olmak üzere büyük çaplı provokasyonlarla karşı karşıya kaldık. Eee müttefikimiz Amerika bunları biliyordu da neden zamanında bizi uyarmadı? Tehdit etti. Böyle müttefiklik mi olur?

            1999’da Abdullah Öcalan Kenya’da yakalandı. Mahkemede ne dedi?
“Şeyh Sait’in devamıydım, kullanıldım” dedi. Ama buradan hiç kimse Batı’nın Sevr’i  hortlatmaya çalıştığını anlamadı ya da anlamamazlığa vurdu. Sevr Antlaşması Batı’nın Kürdistan projesidir.

            BBC, İsrail-PKK ilişkisini belgeledi. Ama bizim televizyonlarımızda yer aldı mı ya da yeterince yer aldı mı? Tabi ki hayır.
İsrail Kuzey Irak’ta Pkk’lıları eğitiyordu.

Peki şimdi durumlar nasıl işliyor?
Kürt ayrılıkçılara milyon dolarlar harcanıyor. Kürtler anlamıyorlar ki Filistinliler’e olan, kendilerine de olacak.
1984’de kurulan PKK ile gerçekten de Sevr’i hortlatmaya çalışıyorlar. Bunun için de 3 aşama belirlediler.
 1.Aşama:
1991 Körfez Savaşı ile birlikte Kürtler sınır kapılarımıza dayandı. Yukarda da yazdığım gibi Özal, ABD’den yardım istedi ve ABD yeniden ülkemizde boy göstermeye başladı.
2.Aşama:
1988’de Kürt liderler barıştırılacaktı. Bunlar tabi ki Talabani ve Barzani idi. Bu yapılırken de Türkiye ekonomik ve siyasal olarak geriletildi.
Bakın başka neler oldu…
Helsinki Zirvesi ile Türkiye Avrupa Birliği’ne üye ülke yapıldı ve ülkemiz Avrupa kontrolüne girdi.
2001’de Kemal Derviş geldi, e tabi beraberinde de kriz!
Avrupa Birliği’ne uyum sürecinde Türkiye demokratikleştirilecekti, yani etnik bölünmeye giden yol açılacaktı.
İnsan hakları geliştirilecek yani muhalefet ezilecekti.
Bununla birlikte bölücüler desteklenecek buna özgürlük diyecek, PKK’yı özgürleştirecekler, bunları meclise sokacaklar hatta daha ileri gidip Habur’da kucaklayarak karşılayacaklardı.

3.Aşama:
            Birleşmiş Milletler “Korunma Hakkı ve Koruma Sorumluluğu Yasası”nı gündemine aldı. Bu yasayı BM’ye Kanada önerdi.
Bu yasaya göre: “eğer bir ülke vatandaşlarını koruyamıyor ya da korumuyorsa, buna diğer ülkelerin müdahale hakkı vardır” şeklindedir. Bu Kürdistan’a giden yol için hiçbir engel kalmaması demektir.
Libya’ya yapılan müdahale de bu yasayla alakalıdır.
Bu yasa 2005’te BM’ye bağlı 155 ülke tarafında kabul edildi.
Bu yasanın halkların kışkırtılması için çıkarıldığı apaçık ortadadır.

            Bunun dışında değineceğim önemli bir nokta da, büyük liderlerin, yabancı istihbaratçıların, ajanların ortak görüşü; Türk ulusu fikri tartışmaya açılmalıdır. Artık siz buradan ne anlamak isterseniz onu anlayın. Ben yazarsam canınız daha da sıkılır.

            UNFPA Türkiye’deki etnik nüfusu belirlemek için (kaç Türk, kaç kürt, kaç Çerkez, kaç Laz) İstanbul’a geldi. Eğer özellikle kürt nüfusunda artış varsa ilerleyen günler bizim için daha da tehlikeli olacaktır. Buna dikkat etmekte fayda var.
Günümüzde mikro milliyetçilik emperyalizm için çok önemli bir hale gelmiş bulunaktadır. Örneğin yeni anayasada Türk isminin kaldırılması isteniyor.

            ABD’li uzman David Philips’in Türkiye’den isteklerine bakar mısınız?
1-      Güneydoğu’yu yabancı şirketlere açın.
2-      Fırat-Dicle sularını özel bir yönetime devredin.
3-      Türkiye-Irak arasındaki sınırı kaldırın.
4-      Kerkük’ten elinizi çekin.
Görülen o ki ne Kürtler, ne Kürtçe ne de başka bir şey umurlarında… İstenilen bu topraklarda Türk kalmasın. İstedikleri; istedikleri gibi ellerini kollarını dolaştırmak.

            Açılımın hemen ardından David Philips’in direktifleri doğrultusunda yeni anayasa çalışmaları başladı.
Prof. Dr. Ergun Özbudun’un açıklamalarına göre yeni anayasa taslağında bakın neler olacak:
“Devletin ülkesi ve ulusuyla, bölünmez bütünlüğünü korumanın devletin amaç ve görevleri arasından çıkarılması!”
“Ulus devletten eyalet sistemine geçişin önünde hiçbir engel kalmamalı!”

Henry Barkey; “yeni anayasa yapılmadan demokratikleşme yapılamaz” diyor.
Sonuç olarak amaç; Büyük Kürdistan’ı kurup ikinci İsrail Devleti’ni kurmak ve en önemlisi petrolleri ele geçirmek.
20. yy.’da İsrail kuruldu.
21. yy.’da 2.İsrail yani Büyük Kürdistan kurulmak isteniyor. Bu petrol, para, güç, dünya hâkimiyeti demek, onlar için her şeyden önemlisi Türklerin yok olması demek.
           
Paylaşılmayan bilgi ne işe yarar ki? Bu ülke üzerinde oynan oyunları başta evinizden başlayarak herkese anlatmak gerekiyor. Çok sevdiğim gazeteci-yazar Banu Avar’ın dediği gibi yeni bir Kuvayi Milliye hareketi gerekiyor. Bırakın sağcısını solcusunu, cemaatçisini, milliyetçisini… Zaman yeniden bir bütün olma zamanıdır.

15 Ocak 2012 Pazar

SİZ BİLMEZSİNİZ! (ERMENİ SOYKIRIMI)

       1840 yılında ortalıkta hiçbir çatışma yokken Maraş'ta bir dağın tepesinde kurulmuş bir Türk karakolunu yörede gizlice örgütlenmiş olan beş bin dolayında silahlı Ermeni gücü gece yarısı bastı. 400 dolayındaki Türk askeri ile subayının kulaklarını, burnunu keserek yavaş yavaş öldürdüler.
Siz  bunu bilmezsiniz ya da bilmek istemezsiniz. Neden mi? Çünkü siz Ermenisiniz!
       
       1870'li yılların başında Kafkas kuzeyi, Kafkasya ve Gürcistan'da silahlandırılan Ermeniler Türk kökenli köylere saldırdılar. Bu bölgelerde Türk sayısının azalması böyle başladı. 
Biliyor musunuz? Bilmiyorsunuz. Bilmek mi istemiyorsunuz?

       1878-79'daki ünlü "93 Harbi"nde bölgeyi çok iyi tanıdıkları için Ruslara klavuzluk edenler de, cephe gerilerindeki köyleri basanlar da Ermenilerdi.

Sizin "Ermeni açık oturumları"nda boy gösteren tarihçileriniz bunu bilir mi? Bilir bilir... Bilir de söylemezler. Çünkü onların tiniyetleri,cibiliyetleri bozuktur!
Tek bir laf etmezler!

       1905 yılında Küçük Ergeş Beğ'in savunduğu Andican'ı tutuşturarak 20.000 Özbek Türk'ünü öldüren kim?
Ruslar değil! Rus ordusuna bu işi yapmak için karşı koyan Ermeni birliği!
Biliyor musunuz? Bilmezsiniz...

       Siz şimdi 20.yy.'ın en büyük kıyımı mı dersiniz, kırımı mı dersiniz bilemem ama Karabağ'ı da bilmezsiniz! Hani 100.000 kişi yerinden yurdundan olmuştu...
Aaa siz şimdi 20.yy'ın en büyük saldırısı, kanlı kıyımı olan Azerbaycan'ın yüzde onunun ele geçirilip, bir milyon kişinin sürülmesini, bunların içerisinden binlercesinin hunharca öldürüldüğünü bilmiyorsunuzdur!

       Türkiye'de 390.000 Ermeni var. Peki Ermenistan'da kaç Türk var?
Siz şimdi bunu da bilmezsiniz.
Ben söyleyeyim yok!

       Evet: "Hepimiz Ermeniyiz!" diye bağıranlar.
Siz bilmezsiniz. Siz gerçekten Ermenisiniz...
Biz ise Türk!

       Devlet arşivleri 1910-1922 yılları arasında Anadolu'da 523.955 Türk'ün Ermeni çeteleri tarafından katledildiğini belgeleriyle ortaya koydu. Ermeni çetelerinin katliamları tarih, yer ve isim olarak  tek tek açıklandı. Ermeniler sözde soykırım yalanlarıyla dünya kamuoyuna yanına çekmeye çalışırken , resmi belgeler Türkler'in katledildiğini gösteriyor.

10 Ocak 2012 Salı

2/B ARAZİLERİ

2/B arazileri; orman niteliğini kaybetmiş arazilerin satışıdır.
2/B yasasıyla alakalı anayasaya eklenen fıkrada “Anayasanın yürürlüğe girdiği tarihten önce bilim ve orman bakımından niteliğini tam olarak kaybetmiş” cümlesini alıp, konuyu çok iyi irdelemek gerekir.

Orman bilim ve fen bakımından niteliğini tam olarak nasıl kaybeder?
Bilim ve fen bakımından nitelik kaybı doğal bir nedenle gerçekleşirse buna nitelik kaybı denilebilir. Doğal nedenler ancak insanların iradesi dışında ve zorlama olmadan, örneğin büyük bir bitki hastalığı, deniz taşması suretiyle ormanların suların işgaline uğraması, ciddi bir toprak kayması ve deprem ya da yanardağ patlaması sonucu lavların ormanları yok etmesi gibi doğal olaylarla ormanlar niteliğini kaybederse buna bilim ve fen bakımından nitelik kaybı denilebilir. Bu doğa olaylarının hiçbiri ülkemizin coğrafi ve jeolojik tarihinde yoktur, yani gerçekleşmemiştir.
Anlaşılacak o ki ülkemiz ormanlarında doğal bir olayla gerçekleşmiş doğal nitelik kaybı yoktur. Suni yollarla ormanlar yok edilerek niteliği kaybettirilmiştir.

            1961 ve 1982 Anayasalarına yerleştirilen birer fıkra ve bunlara paralel olarak yasalara konulan 2/B maddesi, doğal olaylar ve doğal nitelik kaybı yerine yapay yolla yok edilen ormanları, yok edenlere kazandırmak için siyasi iktidarlar tarafından ihdas edilmiş, bilimsel dayanaklardan yoksun, ormanlara büyük darbe vuran bir olgudur.

Sadece İstanbul’da 2/B arazileri için 66 arazi gösterilmektedir ve bu satışlardan on milyar kazanılacağı dile getirilmiştir. İstanbul’daki arazilerin kimlere satılacağı da bir muamma…
“2004 Verilerine Göre Ülkemizdeki Toprak Satışı” başlıklı yazıda vatan topraklarının nasıl satıldığını yazmıştım. İstanbul gibi bir yerde 66 yerin 2/B kapsamında satışa çıkarılacak olması çok endişe verici. Umarım bu toprakları gözlerini bizim ülkemize dikmiş yabancılara satmazlar. Artık yabancılara toprak satışı yapmak çok kolaylaştırılmış durumunda. İstanbul’un asırlardır süregelen önemini belirtmeye gerek bile duymuyorum fakat bu arazilerin yabancılara satılması ilerisi için çok büyük sıkıntılar yaratabilir. O yüzden yapılacak satışlara çok dikkat edilmelidir. Ülkemizin tamamında 2/B’ye giren arazilerin tamamına dair bir bilgim olmasa da kanaatim ülkenin önemli yerlerinde stratejik olabilecek yerler belirleneceğini düşünüyorum ya da önemli madenlerin üzerinde olan araziler olabileceğini düşünüyorum. O yüzden bizi ayakta uyutarak yapılacak her satışa karşı bilgili ve haberdar yaşayalım.
       Son olarak 10.01.12 tarihli bir gazetede yapılan haberde 2/B araziler taksitli olarak satılacak ve nakitle alınacak arazilerde de %20 indirim yapılacak.
Ne diyelim her şeyin hayırlsı…

5 Ocak 2012 Perşembe

ÖPÜCÜK NEDİR?

Ekonomistler der ki: 
ÖPÜCÜK, talebin her zaman için arzdan fazla olduğu bir alışveriştir... 

Muhasebeciler der ki: 
ÖPÜCÜK, geri dönüşüm sağladığı için kar oranı yüksek bir tür kredidir. 

Matematikçiler der ki: 
ÖPÜCÜK, sonsuzluktur çünkü burada 2 nin böleni yoktur. 

Geometriciler der ki: 
ÖPÜCÜK, iki dudak arasındaki en kısa mesafedir 

Fizikçiler der ki: 
ÖPÜCÜK, kalbin yoğunlaşması sonucu iki dudağın birbirine  yapışmasıdır. 

Kimyacılar der ki: 
ÖPÜCÜK, iki kalbin birleşmesi sonucu ortaya çıkan reaksiyondur. 

Anatomi profesörleri der ki: 
ÖPÜCÜK, ask ve heyecan taşıyan bakterilerin tükürük yoluyla ağızdan ağıza geçmesidir. 

Fizyoloji profesörleri der ki: 
ÖPÜCÜK, insan vücudundan 2 adalenin heyecanla birbirine değerek kasılmalarıdır. 

Dişçiler der ki: 
ÖPÜCÜK, hem bulaşıcı hem de antiseptiktir. 

İstatistikçiler der ki: 
ÖPÜCÜK, 90-60-90 ölçülerindeki artma ya da azalmaya bağlı olarak değişiklik gösterebilen bir olgudur. 

Filozoflar der ki: 
ÖPÜCÜK, çocuklar için oyun, gençler için zevk, yaşlılar için güvendir. 


Dilbilgisi öğretmenleri der ki: 
ÖPÜCÜK, tekil gibi görünen ama çoğul olan, cins isim gibi görünen ama özel olan ve her cümlede bir anlam ifade eden kelimedir... 

Mimarlar der ki: 
ÖPÜCÜK, iki dinamik nesnenin arasında sağlam bir köprü oluşturan değerdir. 

Ve Bilgisayar Bilimcileri der ki: 
ÖPÜCÜK, bazen iki sistemin iletişimini hızlandıran önemli bir sistem dosyası, bazen de bütün sisteminizi altüst eden bir virüstür... 



TÜRKLER ORMANA NEDEN KORULUK DER?

Türkler dinlerinin gereği doğaya saygı duyardı. Onlar için ateş, hava, su ve toprak önemliydi. Fakat Türklerde önemli bir element daha vardı...